Fatih Terim’in istifası hakkında bir hafta gecikerek yazıyorum. Sorun değil. Terim’in istifası üç yıl 11 ay gecikmiş bir istifa zaten... Sorumluluk sahibi bir teknik direktör 16 Kasım 2005’ta Saracoğlu Stadı’nda oynanan Türkiye-İsviçre baraj maçında olanlardan sonra görevden ayrılırdı. Ayrılmazsa, sorumluluklarına sahip, yetkilerini kullanmakta cesur bir federasyon onu görevden alırdı. Köklü bir özeleştiri, ülkede herkesin ‘tasada ve kıvançta’ gönül vereceği bir takımın miladı olabilirdi.
Ne oldu? O tarihi bir anda federasyon olayların üzerini örtme yoluna gitti. Küçük hesaplar yapılarak milli takım Terim’e feda edildi. O zamandan beri ülkede herkesin sempati duyduğu bir milli takım yok, Terim’i ayakta tutma takımı var. Terimgücü var.
Milli takımı kurtarmak için ikinci fırsat yaklaşık iki yıl sonra Macaristan’la oynanan Avrupa Kupası eleme maçında ortaya çıktı.
O maçta Emre Belözoğlu, kolunda milli takım kaptanlık bandıyla tribünlere terbiyesiz bir hareket çekti. Sorumluluk takımın hocasındaydı. Kulağının üzerine yattı. Hoca aldırmıyorsa o zaman sorumluluk federasyonaydı. Hoca futbolcusunu alıp gitmeliydi. Federasyon ise her zamanki gibi görmedi, duymadı.
Böylece milli takımın tabutuna son çivi de çakılmış oldu. Bu takım Terim’in düşüşteki kariyerini üzerinden temize çektiği, yine düşüşteki vazgeçilmez oyuncularını ayakta tuttuğu bir araca dönüşmüştü.
O zamandan bu yana milli takımda görev almış ve baskılara aldırmadan sadece top oynamaya çalışmış, kalbi temiz futbolcuların hepsini kutluyor, emekleri için teşekkür ediyorum. Geçmiş olsun.
Baştan söyleyeyim. Şimdi Terim’in gitmiş olması fazla bir şey değiştirmeyecek. Hocanın getir götür işlerini yapmaktan başka bir icraatını görmediğimiz milli takımlar sorumlularının ve federasyonun bu işe bakışı değişmeli. Yeni bir anlayış, yeni bir milli takım başka türlü yaratılamaz. Yeni bir hocadan önce yeni bir kafa lazım.
Futbol Tanrı-kral tanır mı?
Milliyetçi gaz veren o reklamın üslubunda sorayım. “Milli takımlar baş sorumluluğu nedir?” Sonuçta ücretli bir iştir. İşgücünüzü satar, karşılığında bir ücret alırsınız. “Milli takım teknik direktörü kimdir?” Ücret karşılığı kendisine sorumluluklar verilmiş ve kendisin-den belirli işler istenmiş bir profes- yoneldir. Görevden ayrılmayı düşünürse,
iki satır yazar, istifasını ilgili yere verir.
Ancak bu görevi Fatih Terim yapınca milli takımlar hocalığı profesyonel bir iş olmuyor. Sürekli kariyer doruklarında
oturan bir tanrı-kralın, popüler deyişle ‘İmparator’un, lütfen kabul ettiği bir unvana dönüşüyor. Başlıyor karşılıklı tapınmalar; “Sen beni yücelt ben seni yücelteyim”.
Bizim gibi aristokrasi geleneği olmayan, demokrasi kültürü de gelişmemiş ülkelerde bu işlerin alaturka bir tarafı da var.
Bakın Terim’in görevden ayrılmasına... Terim Belçika maçından sonra, ‘veda’sını (istifasını değil) açıklıyor. Federasyon Başkanı bunu televizyonda duyuyor, olmayan istifayı kabul ettiklerini açıklıyor. Belki hoca, ısrarlara dayanamayıp göreve devam edecek? Aziz Yıldırım, sıkışınca böyle yapmıyor mu? Ya Terim’in ikinci kez göreve gelişi? Sanki çok büyük görevleri bırakıp gelmiş, büyük fedakarlık yapmış gibi bir hava yaratılıyor hep. Milan’ı bırakıp milli takıma geldiğini yazan hafıza sorunlular bile var.
Terim ilk milli takım ve Galatasaray döneminde büyük hırsla çalışan, herkesten öğrenen ve bunu da sahaya yansıtan biriydi. Şanslıydı ama şansları değerlendirecek yeterliliğe sahipti... Milan’la birlikte değişti. Sürekli kendini aşmayan çalışan bir insandan, ulaştığı noktanın esiri bir imaja dönüştü. Her şey konusunda cevabı olan, kendi deyişiyle ‘öğrenmeyen, öğreten’ kerametinden sual olunmaz bir otoriteydi artık. Ama futbol mutlakiyet tanımıyor, hikmetinizi her hafta sahada sınıyor. Milan’da takılı kalan Terim’in ikinci Galatasaray dönemi bu bakımdan hızlı bir düşüş oldu.
Nasıl Lucescu’nun yerinden edilmesi üzerine Galatasaray’a geldiyse, Hakan Şükür ve destekçileri tarafından yaratılan kriz sonucu görevden alınan Ersun Yanal’ın yerine geldi Terim. “Hiç para konuşmadık” diyerek görevi kabul etti. Rakam elbette tartışılabilir ama önceki hoca Yanal’ın birkaç katı ücret alacaktı.
‘Şeyh uçar mı?’
Fedakâr Tanrı-krallar varlıklarını aslında yokluklarına dayandırırlar. Kendi düzeylerinde kimse bulunmaz. Yokluklarında doğabilecek boşlukla korkuturlar tebalarını...
Attila Gökçe ve Öztürk Pekin her sabah hem futbolu hem de medyayı elekten geçirdikleri benim için de öğretici bir program yapıyor Lig TV’de. Geçenlerde çok hoş bir deyiş öğrendim Attila Gökçe’den: “Şeyh uçmaz, onu müritleri uçurur.”
Bakın şimdi ortadaki lâflara... “Terim bırakınca çok büyük boşluk doğarmış”, “onun kariyerinde hoca bulunamazmış...” Federasyonu da bir ‘tartışılma korkusu’ sarmış. Ülke futbolu için bir strateji oluşturup bu stratejiye en uygun kararları alacaklarına ve kararların arkasında cesaretle duracaklarına, ‘otoritesi tartışıl-
mayacak’ bir isim peşindeler. Sanırsınız ikinci Terim döneminde altın çağ yaşanmış.
Terim aldığında FIFA sıralamasında 12. sırada olan Türkiye, bıraktığında 35. sıraya inmiş.
Terim aldığında grubunda ikinci olan milli takım (namağlup değildi; Ukrayna’ya mağlup olmuştu), grubu ikinci bitirip play-off hakkı kazanmış. Hem de gruptan çıkmayı garantileyen Ukrayna’yı ve iddiası kalmamış Arnavutluk’u 1-0 yenerek Danimarka’yı saf dışı bırakmış. Avrupa Kupası finallerine ise yine iddiası kalmamış Bosna’yı yenerek ve Norveç’i altına alarak kalmış. (İki hafta önce iddiası kalmamış Estonya’nın Bosna’dan puan almasını beklerken bir zamanlar Danimarka ve Norveç’in neler hissettiğini anladınız mı?)
Euro 2008’de İsviçreli oyuncuların pozisyonları değerlendirememesi sonucu gruptan çıkan Türkiye, Hamit, Tuncay, Nihat gibi futbolcuların inisiyatif kullanarak karşı kaleye yüklenmesiyle maçları son anda çevirmiş... Sonrasında bütün bunları kendi taktiğiyle açıklamaya çalışan Terim, kaybedilen İspanya maçlarını “Girdiğimiz pozisyonlar var, atsaydık yenerdik” mazeretine sığınmaktan geri durmamış.
Terim’in basın toplantısında, “En büyük hatam yükseğe kaldırmaktı” dediği çıtanın nerede olduğuna bakalım. Beş yılda milli takıma yeni bir oyun anlayışı, yeni bir iskelet, sürekli oynayan yeni oyuncular kazandırıl-
mamış. Yurtdışında yetişen oyunculara güven verilmemiş. Mesut Özil olayında olduğu gibi, “Babasının mektubunu açıklarsam görürsünüz” yollu imalar yapılmış.
Bu sürede milli takımda teknik kadro bir adım gelişmemiş. Meşum İsviçre maçında kulübe mankenliğini seçen Oğuz Çetin, takımın en çok kenar yönetimine gereksinimi olduğu son Bosna maçında mankenliğine devam etmiş. En önemlisi, Terim’den önce aşağıdan yukarı geliştirerek oyuncu veren genç takımların başına her kulüpten birer kişi mantığıyla eski futbolcular getirilmiş. Abdullah Avcı’nın yönettiği sistem bozularak altyapıya kibrit suyu ekilmiş.
Avrupa’da Türk hoca mı var?
Başsız kalmanın yarattığı boşluk korkusuna içe kapanma eşlik eder. Çünkü bütün bu kurallar ve değerler eğer kendinizi dışarıya karşı tecrit ederseniz, yabancı olan her şeyi düşman sayarsanız bir anlam kaza-
nır. Sanki futbolun dili evrensel değilmiş gibi, “Milli takımların hocası mutlaka Türk olsun” hezeyanlarını böyle okumak lazım şimdi.
Ancak tam orada müzmin şizofrenimiz başlıyor. Üretici güçlerin ve üretim ilişkilerinin gittikçe ulusal sınırları aştığı bir çağda artık kendi içinize kapanmanız mümkün değil. Onun için Terim basın toplantısında, “Milli takım hocası Türk olmalı” derken, “dışarıya gitme konusunda futbolcularımızın daha kararlı ve cesur olması lazım” diye eklemeden duramıyor.
Arda Turan, şu sıralar hocası Rijkaard sayesinde aşama kaydetmekte olduğunu ve her lâfın başında “Hedefim Avrupa” dediğini unutup “Ben milliyetçiyim, milli takımın başında Türk hoca olmalı” buyurabiliyor. Avrupa’da her takımın başında Türk hoca var galiba.
Arda’yı böyle konuşturan şey derinlerde. Milli takım üzerine yüklenen anlamlarda, ideolojide... ‘Milli’ sözcüğünü önüne alan her kavram ve unsur gibi ‘milli takım’ kavramı da çatırdıyor bugün ülkede...
Radikal
İbrahim Altınsay
21/10/2009
21 Ekim 2009 Çarşamba
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
1 yorum:
futbol tanrı kral tanır mı? peygamberliğini ilan etmiş biri için çok ta önemli değil... iso
Yorum Gönder