29 Nisan 2010 Perşembe
Camp Nou'dan Mourinho Geçti...
Barcelona-Inter eşleşmesi birçok ismin eski kulübüyle karşı karşıya gelmesini sağladı. Mourinho, Maxvell, İbrahimovic, Eto'o, Motta eski takımlarına karşı mücadele verirken, Brezilya'nın ve dünyanın en iyi iki sağ beki Maicon ve Alves ile Milito kardeşlerin mücadelesine sahne oldu. İki maçlık serinin ardından zafer Mourinho ve ekibinin oldu. İkinci maçtaki defansif Inter oyunu sonrası Mourinho'ya yöneltilen eleştiriler bana göre yersizdi. 3-1'in rövanşında Barcelona karşısında 28. dakikada 10 kişi kalıyorsanız kalenizi savunmaktan başka çareniz yoktur. Mourinho ve ekibi eksik kalmalarına rağmen bunu çok güzel uyguladı. Unutmamak gerekir ki ilk maçı defansif oynayarak kazanmadılar. Mourinho her maça hatta maçın belli bölümlerinde farklı stratejileri olan biri. Portekizli bizlere Barcelona'nın da bir şekilde kupa dışına itilebilceğini göstermiş oldu. Inter'in bu zaferine Interliler kadar Real Madrid taraftarlarıda sevinmişlerdir. Mourinho, Barnebau çimleri üzeride Katalan ekibini görmek istemeyen Madridlilere en güzel hediyeyi verirken yaşattığı bu mutluluk bile Real Madrid'in başına geçmesi için yeterli bir sebeptir bence.
26 Nisan 2010 Pazartesi
22 Nisan 2010 Perşembe
Tabi Ki Soldaki
Avrupa kupalarında bu sene alıştığımız takımlar dışında yeni yüzler sahne almaya başladı. Bayern Münich, Lyon, Inter uzun süredir hasret kaldıkları nisan ayında avrupa maçı oynama özlemine bu sene son verdiler. Van Gaal ve Mourinho'nun bu başarılardaki katkılarını tartışmak yersiz olur. Van Gaal bunu Bundesliga'nın imkanları en bol takımı Bayern Münich ile başarıyor olabilir ama bunun yanında bence Bayern Münich, Bundesliga'da çalıştırması en zor takımı. Bir takım düşünün ki herşeyin en tepesinde Uli Hoeness ve "der Kaiser" Franz Beckenbauer gibi isimler var ve siz bu büyük isimleri tatmin etmeden Bayern Münich'de barınmanız çok zor. Bu sebepden ötürü Van Gaal'ın bu sene başardıkları daha bir anlam taşımakta. Sezon ortasında orta sıralara kadar gerileyen, şampiyonlar ligi gruplarından son maçta çıkmayı başarmış bir takımı bu noktaya da anca Van Gaal gibi bir hoca getirebilirdi. Burada kulüp yönetiminin takıma ve teknik heyete olan güvenide umarım bizim büyüklerimiz için birşey ifade ediyordur.
Bayern Münich'in başarılı performasında Van Gaal kadar bence bu sene Robben'in de çok büyük bir payı var. Real Madrid'den aforoz edilen yıldız oyuncu Bavyera ekibi ile yeniden doğdu. (Real Madridli oyuncular ekran karşısında takılırken, bu sene Real Madrid'den kapı dışarı edilen Hollandalılar Robben, Sneijder ve Van Nistelrooy avrupada yarı final gördüler) Bu sene resmi maçlarda şu an için 20 gole imza atan Robben, takımının hemen hemen tüm önemli maçlarında imdadına yetişti. Bu senenin en faydalı transferi olduğunu çoktan kanıtladı. Bugün ki tablo gösteriyor ki ne 30 milyon avroluk Gomez ne de Ribery Van Gaal'ın baş aktörü. Tabi Ivica Olic'in de yardımcı rolünü kusursuz oynadığının altını çizmeden olmaz.
Lyon maçından sonra bir kez daha gördük ki, Ribery hala daha etrafına takım kurabileceğiniz bir değer haline gelmekten çok uzakta. Takımı için bu kadar anlam ifade eden bir maçta her zaman olduğu gibi sizi ansızın yarı yolda bırakabiliyor. Bayern Münih bir yandan Ribery'nin sözleşmesini uzatmaya çalışıyorken bence elindeki çok daha değerli parçanın kıymetini bilmeli. Ribery ile sözleşme uzatmayı başarsalar bile bu Franszı yıldızın her transfer döneminde mızmızlanmasını ya da çok kritik bir maç öncesi idmana çıkmayıp, milli takımla maç yapacak olması gerçeğini değiştirmez. Ribery kafa yapısındaki oyuncular kaşınmaya başladıkları zaman takım içi huzuru bozmamak için değeri neyse elden çıkartmaktan en doğrusu gibi gelmiştir bana. Yoksa daha önce Galatasaray ve Marsilya'da yaptığı gibi sizi yarı yolda bırakması olasıdır.
19 Nisan 2010 Pazartesi
Yılın Gideri
Kadıköy'de son düdük çaldığında NTVSpor'da Roma derbisine geçtim hemen, ve ekranın sağ üst köşesinde yazan skor yüzümde ufak bir tebessüme sebep oldu. Fenerbahçe-Beşiktaş maçını izlemeye gelen arkadaşlarım olmasa kesinlike tercihim bu maçtan yana olurdu. Vucinic'in Roma'yı ipten alıp, Lazio'yu ipe göndermesine tanık olamadım ama maç sonunda sahneye çıkan assolist Totti'nin, Lazio tribünlerini çılgına çeviren hareketini kaçırmadım. Başta hareketi anlayamasamda Totti, derbi zaferi üstüne Laziolulara mesajı vermişti. Roma'nın bu seneki hikayesi şampiyonluk ile biterse futbol efsaneleri arasındaki yerini alır, ve Mourinho'ya hayatının dersini vermiş olurlar. Bu hikayenin üstüne Lazio'nun da Seri B'nin yolunu tutması da Romalılar için künefe üstü kaymak olur.
17 Nisan 2010 Cumartesi
Abi Geçivereyim Mi ?
Bir kaç yazı öncesinde Burnley taraftarlarının, Arsene Wenger ve Arsenal'in futbola bakışından bahsetmiştim. Bu sene beklentilerin hemen hemen hiçbirine cevap veremeyen Rijkaard ve ekibine karşı Galatasaray yönetiminin yaklaşımı nasıl olacak hep beraber göreceğiz. Sivasspor maçında aldığı beraberlik ile tüm kredisini tüketmiş bulunmaktadır ki bu da şampiyonluk şansının sıfıra yakalştığı anlamını taşır. Bülent Timurlenk her zaman dediği gibi hayat varsa umut vardır ama bu sefer Galatasaray tüm ipleri rakiplerine kaptırdı. Cebinde de jetonları biten Galatasaray'ın makinaya tel sokamayacağına göre neler olacağını beklemekten başka şansı kalmadı. Tabi birileri çıkıpta abi istersen bir el ver de şu bölümü geçiveriyim demezse...
Diyarbakırspor maçındaki protestolar, Bursaspor'un kendinden emin yoluna devam etmesi, yarınki derbi maçını bir kenara bırakırsak Galatasaray içinde bulunduğu şu durum geçen seneki belirsizliği hatırlatıyor bize. Sarı kırmızılılar hala daha şampiyonluk umudu taşımakla beraber, yine bir sezonu şampiyonlar bileti kapamadan kapatabilir. 2003 yılından bu sezonun başına kadar Galatasaray'ı tribünden takip etmiş biri olarak Ali Sami Yen Stad'ında bir şampiyonlar ligi maçı izleyememiş olmam ve bunun durumun kulübe getirdiği maddi kayıplar başka bir yazının konusu olsun, şu beş haftalık dönemde Galatasaray geçen hafta Baros ve Keita'nın yaptığı gibi şu eli geçivereyim diyen çıkmazsa seneye yine avrupa ligi elemelerinde Moldova veya Malta takımları ile sezonu yaz sıcağında açarız.
16 Nisan 2010 Cuma
Er Meydanı
NBA'de normal sezonu geçtiğimiz çarşamba günü geride bıraktık ve play-off eşleşmeleri belli oldu. Normal sezona göre sertliğin, savunma dozajının, mücadelenin 2 kat arttığı play-off sezonunda bizleri çok güzel eşleşmeler bekliyor. Geçen sezon konferanslarında ilk sekize giren Houston Rockets, New Orleans Hornets, Philadelphia 76ers ve Detroit Pistons bu sene aynı başarıyı gösteremediler. Bu takımların yerine doğuda Milwaukee Bucks ve tarihinde ilk defa Charlotte Bobcats batı da ise Oklahoma City Thunders ve Phoenix Suns play-offf biletini kaptı.
Eşleşmelere baktığımız zaman Cleveland Cavaliers ve Phoenix Suns dışında rakibini süpürebilecek güçte bir takım yok. Diğer eşleşmeler her ne kadar ortada gözükse de saha avantıjını elinde bulunduran takımları şanslı görüyorum. NBA'de taraftarı olduğum Phoenix Suns'ın, revire dönen Portland Trail Blazers ile eşleşmesi büyük şans. Son ayların en formda takımı Suns karşısında Blazers'ın şansı hiç yok. Play-off'a rölantide giren Los Angeles Lakers, Charlotte Bobcats gibi yine ilk kez bu sahnede yer alacak Oklahoma City Thunder karşısında işinin çok kolay olmayacak. Genç ve dinamik thunder karşısına, sağlına tam olarak kavuşamamış Kobe ile çıkarlarsa epey hırpalanırlar. Durant&Kobe düellosu kadar pota altı mücadelesi bu turun galibni belirler. Teksas derbisinde ezeli rakipler yine eşleşti. Son dönemlerde Dallas Mavericks, San Antonio Spurs'a üstünlük kurmayı başarmıştı. Parker-Duncan-Ginobili çekirdekli Spurs'un için son şans turlar artık. Saha avantajı, kadro zengiliği ile Mavericks'ı tura yakın görüyorum. Batı konferansındaki en dengeli eşleşme ise Denver Nuggets-Utah Jazz eşleşmesi. Normal sezonun son maçında Phoenix'e yenilerek play-off'a beşinci giren Utah Jazz saha avantıjını rakibine kaptırdı. Kirilenko'nun yokluğunda Carmelo Antohny'i yavaşlatacak birilerini bulmaları zor. Son maçta da olsa Denver Nuggets'ı turu geçmeye daha yakın.
Doğu konferansında desteklediğim Charlotte Bobcats'in Orlando Magic karşısında bir süprize imza atması çok düşük ihtimal. Her ne kadar Bobcats ilk kez play-off'a kalsa da takımın başında Larry Brown gibi bir kurt hoca,takım sahibi majesteleri Michael Jordan ve kaptan koltuğunda Stephan Jackson varken tecrübesizlikten bahsedemeyiz. Steve Nash'den sonra en beğendiğim oyuncu olan Bobcats'in esas oğlanı Gerard Wallace'ın play-off performansını merakla bekliyorum. Son maçlarda has adamlarını dinledirip rahat takılan Cleveland Cavaliers, ilk turda Chicago Bulls'u süpürmesi muhtemeldir. Bogut ve Redd olmadan Milwaukee Bucks'ın Atlanta karşısında sadece savaşarak bir ya da iki maç alabileceğini düşünyorum. Doğu konferansındaki en heyecanlı eşleşmede ise Boston Celtics, Miami Heat ile karşılacak. Bu sezonu beklentilerden uzak geçiren Celtics'in, söz konusu play-off olunca kemeri bir değil iki,üç beden sıkacağından şüphem yok. Kadrodaki isimler play-off'da nasıl oynanması gerektiğini çok iyi biliyorlar. Miami Heat'in sdece Dwayne Wade ile Celtics'i devirmesi çok zor. Kapanışı yaparken play-off'u milyonlar dolarlarıyla televizyon karşısından takip edecek Hidayet'e de iyi seyirler dilerim!
Tahminlerim:
Clevalend Cavaliers - Chicago Bulls : 4-0
Orlando Magic - Charlotte Bobcats : 4-2
Atlanta Hawks - Milwaukee Bucks : 4-1
Boston Celtics - Miami Heat : 4-1
Los Angeles Lakers - Oklahoma City Thunders : 4-1
Dallas Mavericks - San Antonio Spurs : 4-2
Phoenix Suns - Portland Trail Blazers : 4-0
Denver Nuggets - Utah Jazz : 4-3
Buyur kalbime keçe Kûrdan!
Sevgili Evrim Alataş için... Nur içinde yatsın.
İLK tanıdığımda kıvırcık saçları vardı. Sonra yoktu. “Bacım, bende kanser var” deyip kahkaha attığında, kanser üzerine milyon tane şakası, bir o kadar efeliği vardı. Son gördüğümde saçlarıyla birlikte o şakalar da gitmişti. Allah’ın belası yorucu tedaviler yüzünden efeliği de ince bir çizgi olarak kalmıştı ağzının kenarında.
Antalya Film Festivali’nin törenine, ödül alacağına hiç ihtimal vermemiş olmalı ki bir pantolon bir gömlek gelmişti. Yoksa şık kadındı, tatlı bir süsü vardı. Mın Dît filminin hikâyesini yazmıştı ve sahneye ödülü almak için çıktığında ölümle halvet olmuş birçok insan gibi dervişçe bir hal gelmişti üzerine.
Son yazısında şöyle diyordu:
“Nereye buyur edileceksin. İyi bir şey mi yaptın, kötü bir şey mi?”
Filmden ötürüydü yazdıkları. İlk Kürtçe politik filmin hikâyesini yazmıştı ve elbette ne Türkler ne Kürtler sahiplenmişti. Bir kutuplaşmanın ortasında, buz gibi bir havada kalakalmıştı. Hakikate ihanet etmeme terbiyen varsa hep üşürsün zaten. Taraflardan hiçbirinin şefkati ısıtmaz seni. Oysa Kürtlere, Kürt meselesine dair en içten, en sahici şeyleri söyleyen birkaç kişiden biriydi.
Her seferinde öyle acayip hikâyeler anlatırdı ki oturduğumuzda... Şimdi bakınca birçok şeyi onun sayesinde öğrendim, bunu fark ediyorum. Ama en çok bir Kürt çocuğunun ne hissettiğini. Belki 34 yaşında, bir gece, tam da istediği gibi uykusunda ölüvermeseydi bütün Türkiye’ye anlatabilirdi Kürt çocuklarının sırrını. Bu nedenle ve daha birçok sebepten adaletsiz bir ölümdü bu. Tanrı’yı bir kez daha affetmiyorum. Yanlış bir karardı, çok yanlış bir karar.
Ölüm üzerine düşünüyorum bir kez daha. Ölmek üzere olan biri neresinde durur hayatın? Öfke mi? Kabullenme? Yoksa şakaya mı vurur bir kadın ölmek üzereyken ölümü? Sanırım hepsini yaptı. Şimdi belleğimdeki albümün sayfalarını karıştırınca... Ölüme varmadan hayatın her yerinden, sanırım büyük bir aceleyle geçti Evrim. Ama şefkat... Hak ettiği şefkati görmedi bu ülkeden. Sevdiğim biri, bu ülke üzerine şöyle bir cümle kurmuştu bir keresinde:
“Bu memleket, çocuklarının mürüvvetini görmek istemez.”
Evrim’in mürüvvetini görmek istemedi bu ülke de. Bir kadın. Üstelik hasta haliyle, dimdik duruyor ve Kürtlere dair hikâyeler anlatıyor. Kendi kederini kenara koyup halkının kederini, hem de nereden buluyorsa tuhaf bir dirençle, gülerek, gülümseterek anlatıyor.
Bütün Türkiye’nin bu tatlı mürüvveti alkışlaması, Evrim’e tüm şefkatini göstermesi gerekirken öyle olmadı. En çok kendini seven çocuklarını dövüyor ülke. Hrant da bu yüzden gitti, Pınar Selek de aynı nedenle evinden uzak, hakkında verilen haksız kararlara bakıyor gurbetten.
Evrim... O da yukarıdan bir yerden izliyorsa ne diyeyim? Spas keçe Kûrdan! Bu ülkeye rağmen bu ülkeyi sevdiğin için. “Nereye buyur edileceksin?” diye sormuşsun son yazında. Buraya, buyur kalbimin orta yerine. Git şimdi, Tanrı’ya sitem et. Hep yaptığın şeyi yap. Güldür onu ve utansın yaptığından.
Ece Temelkuran
Habertürk Gazetesi
14 Nisan 2010 Çarşamba
İLK tanıdığımda kıvırcık saçları vardı. Sonra yoktu. “Bacım, bende kanser var” deyip kahkaha attığında, kanser üzerine milyon tane şakası, bir o kadar efeliği vardı. Son gördüğümde saçlarıyla birlikte o şakalar da gitmişti. Allah’ın belası yorucu tedaviler yüzünden efeliği de ince bir çizgi olarak kalmıştı ağzının kenarında.
Antalya Film Festivali’nin törenine, ödül alacağına hiç ihtimal vermemiş olmalı ki bir pantolon bir gömlek gelmişti. Yoksa şık kadındı, tatlı bir süsü vardı. Mın Dît filminin hikâyesini yazmıştı ve sahneye ödülü almak için çıktığında ölümle halvet olmuş birçok insan gibi dervişçe bir hal gelmişti üzerine.
Son yazısında şöyle diyordu:
“Nereye buyur edileceksin. İyi bir şey mi yaptın, kötü bir şey mi?”
Filmden ötürüydü yazdıkları. İlk Kürtçe politik filmin hikâyesini yazmıştı ve elbette ne Türkler ne Kürtler sahiplenmişti. Bir kutuplaşmanın ortasında, buz gibi bir havada kalakalmıştı. Hakikate ihanet etmeme terbiyen varsa hep üşürsün zaten. Taraflardan hiçbirinin şefkati ısıtmaz seni. Oysa Kürtlere, Kürt meselesine dair en içten, en sahici şeyleri söyleyen birkaç kişiden biriydi.
Her seferinde öyle acayip hikâyeler anlatırdı ki oturduğumuzda... Şimdi bakınca birçok şeyi onun sayesinde öğrendim, bunu fark ediyorum. Ama en çok bir Kürt çocuğunun ne hissettiğini. Belki 34 yaşında, bir gece, tam da istediği gibi uykusunda ölüvermeseydi bütün Türkiye’ye anlatabilirdi Kürt çocuklarının sırrını. Bu nedenle ve daha birçok sebepten adaletsiz bir ölümdü bu. Tanrı’yı bir kez daha affetmiyorum. Yanlış bir karardı, çok yanlış bir karar.
Ölüm üzerine düşünüyorum bir kez daha. Ölmek üzere olan biri neresinde durur hayatın? Öfke mi? Kabullenme? Yoksa şakaya mı vurur bir kadın ölmek üzereyken ölümü? Sanırım hepsini yaptı. Şimdi belleğimdeki albümün sayfalarını karıştırınca... Ölüme varmadan hayatın her yerinden, sanırım büyük bir aceleyle geçti Evrim. Ama şefkat... Hak ettiği şefkati görmedi bu ülkeden. Sevdiğim biri, bu ülke üzerine şöyle bir cümle kurmuştu bir keresinde:
“Bu memleket, çocuklarının mürüvvetini görmek istemez.”
Evrim’in mürüvvetini görmek istemedi bu ülke de. Bir kadın. Üstelik hasta haliyle, dimdik duruyor ve Kürtlere dair hikâyeler anlatıyor. Kendi kederini kenara koyup halkının kederini, hem de nereden buluyorsa tuhaf bir dirençle, gülerek, gülümseterek anlatıyor.
Bütün Türkiye’nin bu tatlı mürüvveti alkışlaması, Evrim’e tüm şefkatini göstermesi gerekirken öyle olmadı. En çok kendini seven çocuklarını dövüyor ülke. Hrant da bu yüzden gitti, Pınar Selek de aynı nedenle evinden uzak, hakkında verilen haksız kararlara bakıyor gurbetten.
Evrim... O da yukarıdan bir yerden izliyorsa ne diyeyim? Spas keçe Kûrdan! Bu ülkeye rağmen bu ülkeyi sevdiğin için. “Nereye buyur edileceksin?” diye sormuşsun son yazında. Buraya, buyur kalbimin orta yerine. Git şimdi, Tanrı’ya sitem et. Hep yaptığın şeyi yap. Güldür onu ve utansın yaptığından.
Ece Temelkuran
Habertürk Gazetesi
14 Nisan 2010 Çarşamba
15 Nisan 2010 Perşembe
Rıdvan Dilmen, Bener Onar ve Spor Basını
Geçtiğimiz hafta yapılan bir operasyon ile yine bir sürü insan gözaltına alınmıştı, bu sefer operasyon konusu şike yerine yasadışı telefon dinlemeydi. Bu isimlerin arasında hepimiz en azından isim olarak bildiği Rıdvan Dilmen'de vardı. Dilmen, sorgusundan sonra serbest bırakılmıştı ve olay sonrası yapmış olduğu açıklamalar beni hiç tatmin etmedi. Aynı Tromsö maçı devre arasında Galatasaray ve bazı insanlar hakkında yaptığı küfürlü yorumlarından sonra yaptığı açıklamalar gibi. Tüm bu olaylardan sonra Şeytan hiç birşey olmamış gibi ekrana çıkıp, o taraflı tarafsız herkesin beğendiği "çizgisi" ile programlarına devam etti. Her zaman ki gibi bu konu da unutuldu, tıpkı Galatasaray kapalı tribününden aşağı düşen veya atlamak zorunda bırakılan şahsın şuan ne durumda olduğundan bi haber olduğumuz gibi... Medyamızın, manşet yaptığı bir habere birkaç gün sonra sayflarında yer vermeyip günü kurtarma sevdası ve bizlerin balık hafızalı olmamızın bunda etkisi inkar edilemez.
Medyada yer alan isimlerin topluma örnek olması gereketiği gibi bir düşüncede olmadığımı belirttikten sonra ünlü isimlerde hata yapabileceğini, hatta bizlere göre daha çok hata yapmaları normaldir. Ama bu isimler ile sıradan insanların aldıkları cezalar ya da yargılanma süreçleri arasında fark olunca insan ister istemez ekranlarımızın örnek yorumcusu Rıdvan Dilmen'in bile nasıl ilişkiler içinde olduğundan kuşku duyuyor.
Tam bunun üzerine spor basınında veya herhangi bir köşede kim bu habere yer verecek diye düşünürken Bener Onar dünki yazısını bu konudan duyduğu rahatsızlığı dile getiren çok güzel bir yazı yazmış. Bu yazının üstüne çok söylenecek bir şey yok, tüm düşüncelerime tercüman olmuş. Maymunlar cehenneminde gördüğünü çalan Bener Onar'ın yazısına buradan ulaşabilirsiniz.
9 Nisan 2010 Cuma
8 Nisan 2010 Perşembe
Almanların Kazandığı Oyun
Kuralardan sonra bu turun gollü maçlara gebe olduğunu ve çoğu insan gibi Manchester United'ın yarı finale daha yakın olduğunu düşünüyordum. İlk görüşümde yanılmadım ama turu geçen Almanlar oldu. İki kurt hoca Feguson ve Van Gaal dışında turun kaderini belirleyen adamlar aşağıda biri sevinirken diğer ikisi sahadan boynu bükük ayrıldı. Olic her iki maça da damgasını vurdu, ilk maçta son dakikada attığı golle ikinci maç için umutları yeşertirken, Ol Trafford'da ilk 45 dakikanın sonlarında attığı golle de turun habercisi oldu. İlk maçta sakatlanan Rooney, ikinci maçta sahada yer alsa da alıştığımız performansına ulaşamadı. Seke seke anca bu kadarını verebilen Rooney'nin sağlam hali bu Bayern Munich defansını affetmezdi. Manchester'daki maçın bir diğer kade adamı ise Ferguson'un planlarını alt üst eden Rafael idi. Ferguson her ne kadar kırmızı kartta Almanların hakemi etki altına aldığını savunsa da İtalyan hakemin kararı bana göre doğruydu. Kırmızı şeytanlar bir kişi eksik kaldıktan sonra Van Gaal ekibi bu fırsatı kaçırmadı ve Robben'in örümcek ağını nişan aldığı vuruşu ile yarı finale yazdırdı.
Şampiyonlar Ligi son dördünde uzun süre sonra ilk kez bir ingiliz takımı yer almayacak. Manchester United, Liverpool, Chelsea ve Arsenal kombinasyonlarından sıkılanlar için farklı takımlar renk katacaktır. Santiago Barnebau'da Barcelona - Bayern Munich finali de tadından yenmez.
Şampiyonlar Ligi son dördünde uzun süre sonra ilk kez bir ingiliz takımı yer almayacak. Manchester United, Liverpool, Chelsea ve Arsenal kombinasyonlarından sıkılanlar için farklı takımlar renk katacaktır. Santiago Barnebau'da Barcelona - Bayern Munich finali de tadından yenmez.
1333
6 Nisan 2010 Salı
Çocuk Ruhlu Wenger
Arsene Wenger'de, ne Mourinho'nun karizmasına ne de Alex Ferguson'un özgeçmişine sahip Mourinho, Ferguson, Lippi, Benitez, Van Gaal ve Wenger... Tüm bu isimler içinde memur görünümlü Fransız çalıştırıcı futbola bakışı ile hep en beğendim isim olmuştur. Kulüp başkanı olsaydım sanırım Wenger'e kulübün anahtarını gönül rahatlığı ile emanet edebilirdim. Wenger ne Mourinho'nun karizmasına ne de Sir Alex Ferguson'un özgeçmişine sahip ama Arsenal ile başardıkları ile idealimdeki teknik direktör tanımının tam karşılığına denk gelmektedir. Henry, Bergkamp, Vieira, Pires, Ljungberg ve Campbell'in iskeletini oluşturduğu Arsenal takımı ile nağmağlup gelen şampiyonluk ise Fransız çalıştırıcı tarafından yazılan tam bir başarı öyküsüdür. Yukarıda adı geçen oyuncuların hemen hemen hepsi Wenger ile çalışdıktan sonra kariyerlerinin zirvesine çıkmaya başardılar. Tüm bunların yanında avrupa karnesinde Galatasaray tarafından iki kez saf dışı bırakılmasının da etkisini inkar edemedem.
Wenger hakkındaki görüşlerim bunlar iken, bu haftasonu oynadıkları Wolves maçında Bendtner'in attığı son dakika golünden sonra yaşadığı gol sevinci Fransız hocayı neden sevdiğimi bana bir kez daha hatırlattı. 14 senedir çalıştırdığı takımla İngiltere Premier Ligi seviyesinde namağlup şampiyonluk yaşayan, şampiyonlar ligi ve uefa finali gören biri için sevinci insanı şaşırtacak derecede samimi ve çocuksuydu. Aynı sevinç gösterilerini kimi zaman Sir Alex Ferguson yaşarken de tanık olabiliyoruz. Bunca yıl en üst düzeyde çalışmış, sayısız başarılara imza atmış bu insanların bu çocuk ruhları aslında bizlere bir çok şey anlatıyor, anlayanlara tabi.
Arsenal belki bu seneyi kupasız kapatacak ama tahmin etmesi hiçte zor olmayacağı şekilde Wenger ile yollarına devam edecek, Wenger de yarattığı takım ile önümüzde 10 yıl daha geleceiğini garanti altına almış olacak. Bizlerse hala daha Rijkaard'ın hoca olup olmadığını tartışıp duralım.
Scottie Pippen #33
90'lı senelerdeki Chicago Bulls efsanesinden etkilenmemek o zamanın gençleri için imkansızdı. Sokakta basketbol oynarken herkes birer Michael Jordan olurdu ve onun yaptıklarını yapmaya çalışırdı. Michael Jordan'ın yaptıklarına saygısızlık etmek tabi ki olmaz ama nedense bir oyunu bu kadar kusursuz oynayanlara karşı (Michael Jordan, Michael Schumaer,Tiger Woods) kanım bir türlü ısınamadı. Bu efsane takımda beni en çok etkileyen isim ise her zaman Scottie Pippen olmuştu. Pippen birçok otoriteye göre bu oyunun gördüğü en iyi yardımcı rol oyuncusuydu. Savunmayı, hücumu, takım liderliğini, yardımcı rolü hemen hemen herşeyi belli seviyenin üstünde yapabilen Pippen dün akşam pek çok insana nasip olmayan bir şerefe erişerek Hall Of Fame üyesi oldu. Kariyerine altı yüzük sığdırmış biri olan Pippen böylece bir kez daha ne kadar büyük bir oyuncu olduğunu bizlere hatırlattı. Jordan ve Pippen yüzünden şampiyonluk yaşayamayanlar kervanından olan Patrick Ewing bu sefer Jordan değil de Pippen tarafından postere konu oluşunun videosu vardır.
Mihenk Taşları
Pazar gecesi Toronto Raptors karşısında aldığı galibiyet ile Golden State Warriors koçu Don Nelson 31 yıllık NBA koçluk kariyerinin 1332. galibiyetini alarak Lenny Wilkens'in rekoruna ortak oldu. Oyuncu, koç ve yönetici olarak NBA'de ki 46. yılını geçiren Don Nelson'ın tüm zamanlar en çok maç kazanan koçu olması için bir galibiyete sadece bir galibiyete ihtiyacı var.
Inter kaptanı Javier Zanetti ise 28 Ekim 2006'dan beri Inter'in oynadığı tüm lig maçlarında, yani 137 maç art arda Milano ekibinin formasını giyerek kırılmasıgüç bir rekora imza attı. Pazar günü Bologna karşısında sarı kart cezalısı olduğu için forma giyemeyen Zanetti 137 maçlık serisi sona ermiş oldu. Ülkemizde kart cezası ya da sakatlık yüzünden bir maç oynayıp 3 maç oynamayan Lincoln, Emre Belözoğlu, Gökhan Zan gibi oyuncuları gördükçe Zanetti'nin Seri A gibi sert bir ligde ne kadar zor bir rekora imza attığını anlamamız daha kolay oluyor.
K.C (1967-1994)
Aslında bu yazıyı dün akşam koyucaktım ama Bülent Timurlenk'i izlerken yorgunluğunda etkisiyle uyuyakalmışım. O yüzden bir gün gecikme ile anmış olalım Kurt Cobain'i. Nirvana, herkesin olmasa da 80'li yıllarda dünyaya gelmiş çoğu insanın müzik dünyasında yer edinmiştir. Benim için Nirvana'nın yeri ayrıdır. Müzik tarzımın oluşmaya başladığı yıllarda ilk dinlemeye başladığım grup Nirvana'ydı. Lise yıllarında ilk orjinal kasedimi ise abim hediye etmişti bana. Albüm kapağı o zamanlar çok tartışılan Nevermind albümü ile kendileriyle tanışmıştım. İstanbul'a geldiğim bir şubat tatilinde televizyonda Unplugged konserlerini gördüğüm de büyük bir heyecanla baştan sonra izlemiş ve enfes bir müzik ziyafeti çekmiştim kendime. Son zamanlarda çok sık dinlemesemde bende her zaman yeri farklı olan Nırvana'yı, büyük insan Kurt Cobain'i, Unplugged in New York konserinden Lead Belly'den bir cover parça ile anmış olalım.
That is the Football
Ali Sami Yen Stadı'nda oynanan Galatasaray-Fenerbahçe derbisinde Leo Franco'nun yediği gol yüzünden kendi taraftarlarınca 20 dakika ıslıklanması olayına şahit olduktan sonra bu videoyu paylaşmak istedim. Geçen haftasonu oynanan Burnley - Manchester City maçı 6-1 gibi ezici bir skorla Manchester City galibiyeti ile sonuçlandı. Yedinci dakikada skor tabelasında 3-0 yazıyordu ve ilk yarı 5-0 bitti. Geniş özetlerde 3. golden sonra bazı Burnley taraftarlarının stadı sinirli bir şekilde terk ettiği görülüyor. Bu videoyu paylaşma amacım ise Burnley'nin attığı gole, ki durum 6-0 iken, kale arkası tribününde gole sanki Fletcher galibiyet golünü atmışcasına içten sevinen Burnley taraftarlarının sahip olduğu futbol sevgisidir. Takımlarını ve futbolu bu derece seven bu samimi insanlara saygılarımı sunar, futbola yeni bir terim kazandıran Fatih Terim'e de selam ederim.
4 Nisan 2010 Pazar
Tebrikler
Bir sporsever olarak Fenerbahçe Acıbadem Kadın Voleybol Takımı'nın elde ettiği başarıyla gurur duydum bu akşam. Bu seviyede bir organizasyonda finale çıkma başarısını gösterdiler ve bunu yenilgisiz başardılar. Finalde de çok güzel mücadele ettiler ama kupaya uzanamadılar maalesef. İlk iki seti kaybettikten sonra dengeyi sağladılar ve setlerde durumu iki ikiye getirdiler. Maçı takip eden çoğu insan gibi bende bu moralle şampiyon olacaklarını sanmıştım. Renkleri, takımları bir yana bırakarak maç sonrası Gamova'nın gözyaşlarını gördükten sonra duygulanmamak elde değil. Fenerbahçe Acıbadem çitayı çok yükseğe koydu, bundan sonra bir türk takımı için hedef kupa olmalıdır. Umarım daha bir çok kez takımlarımızla bu tarz heyecanlar yaşarız. Kendilerine yaşattıkları heyecan ve başarı için teşekkür ederim.
3 Nisan 2010 Cumartesi
1 Nisan 2010 Perşembe
Sevenler Kavuştu
İnsan yeryüzünün pas alışverişini en iyi yapan iki takımı karşılaşmasını seyredince 90 dakikanın hiç bitmemesini istiyor ve klişe bir şekilde adamların bu oynadığı futbolsa bizim takımlar ne oynuyor ya da bizim takımların oynadığı futbolsa bu adamların oynadığı nedir diye düşenmeden edemiyor. Bu sene şampiyonlar ligi birçok eski sevgiliyi tekrar buluşturdu. İbrahimoviç Giuseppe Meazza'ya, Beckham Old Trafford'a, Mourinho Stanford Bridge'e ve son olarak da Henry Londra'ya geri döndü. Barcelona'nın gurbetteki evladı Fabregas'da eski arkadaşları ile hasret gidermekle yetindi, sakatlığından ötürü rövanşta Nou Camp'da olamayacak ama elbet bir gün Katalunya'ya geri dönecektir. Maça dönersek, ilk 20 dakikadaki tempo inanılmazdı. Almunia bu baskıda ahtopot misali tüm Barcelona ataklarına durdu dedi. Temponun yüksek olduğu ilk yarıdan gol sesi çıkmaması da ilginç. İkinci yarı başında İbrahimoviç kaçırdıklarından çok daha zor iki pozisyonda Almunia'yı avladı. İspanyol kaleci bunları da çıkarsaydı Emirates'e heykelini dikerlerdi artık, bu arada bu performansını izleyenler Almunia'nın hiç olmamasına şaşırmış olacaklar ki bunun da tek nedeni Casillas'ın varlığıdır. Henry oyuna girerken tüm tribünlerin kendisini ayakta alkışlaması görülmeye değer ve duygu yüklüydü. Neyse ki bu maç sayesinde bu haftaki futbol ihtiyacımızı karşıladık. Sahada bunca güzelliği görünce insan futbolu neden sevdiğini bir kez daha hatırlıyor.
Kürtlerin Kalbindeki Çark
‘İNSAN ‘BENİM’ DEMEYE KORKAR’
ZULÜM, isyan ettirmez. İnsanın kendinden büyüktür sabrı. Ama zulüm, insanı insanlıktan çıkarır. İnsan sefaletini görür, utanç biriktirir. İnsan zulme değil bu utanca katlanamaz. Utançtan kaçmak için bütün yollar tükendiğinde isyan başlar, ondan önce değil. Kalabalıklar, liderlere değil bu utancın dayanılmazlığına iman eder. İşçiler de, yoksullar da, halklar da, işgale uğramış ülkelerin ulusları da ayaklanarak bu utancı savmak isterler.
Mazlum ayağa kalktığında ilk öğreneceği ders, zalim kadar sert olma mecburiyetidir. O sertliğe anlam katmak için kendi şiirini ve destanını da yazacaktır. İnsanı, söz harekete geçirir. Destanlar, kahramanlar, mitler, kültler zamanla birikir. Direniş, bir hayat alanına dönüşür. Artık dışarıda kalanlar, halkın değil, utancın parçasıdır. Çark, çalışır. Otorite, direnişçiyi şeytanlaştırdıkça dönüşüm hızlanır. Artık Diyarbakır’daki bir çocuğun ‘gerilla’ olmayı istemekten başka çok az seçeneği kalmıştır...
Olup biteni anlatmak için çok geçtir. Ayağa kalkmanın nedeni olan o eski, ilk hikâyeyi anlatmak için her zaman çok geçtir. Bir Kürt’ün hikâyesi sustuğu yerde başlar. Acı hikâyesini anlatırken bir yerde durup “Neyse...” der. Sonrasını kaldıramayacağınızı düşünür. Ortadoğulu bir gelenektir, en korkunç şeyleri anlatırken gülmeye çalışacak, sizi güldürmek isteyeceklerdir. İnsan ‘dağılırsa’ bir daha toparlanamayacağı için, Diyarbakır’da nice kan hikâyesi şakalar arasında anlatılır. Birbirlerine anlatmazlar bunları, nasılsa herkes aynı yerden geçmiştir. Ötelerden gelen kimse de öncesini sormayınca... Anlatılmaz yani aslında hikâye. Neyse...
Bu, hikâyenin “Neyse”den sonraki kısmıdır. Apo’nun bir saç teli için 12 yaşında çocuklar niye 20 yıl hapis yatar, delikanlılar niye bir gün ortadan kaybolup dağa gider, bu insanlar Newroz’da neden dökülürler meydanlara, o lastikler şehrinizin kenar mahallelerinde niye yakılır, gökdelen sahibi olacak kadar ‘asimile olmuş’ bir Kürt işadamının bile niye sesi titrer mesele çocukluğuna gelince ve Kürtçe yemin etmek için Meclis kürsüsünde niye bir ömür hapis yatılır? Anlatılanlar, yaranın öfkeye dönüşüp silahlanmadan önceki halidir. Tam kalbidir.
Kürt meselesini bildiğimizi sanıyoruz, oysa hiçbirimiz bilmiyoruz bir Kürt nasıl büyür. Çocukluk yaraları ya büsbütün susmaya ya da bağırmaya nasıl dönüşür. Kürt olmayan biri yaşananları anlayabilir mi? Bu, o uzun cevaba bir giriştir
ALTI genç avukat, gülüyorlar. Konu, ilkokul hatıraları. “Tuvalet” denemediği için ilkokulda üç yıl yenen “taze badem dalından” sopa, “her bir Kürtçe sözcük için birleşmiş parmak uçlarına bir cetvel” uygulaması, çocuklara evlerde Kürtçe konuşulmaması için yaptırılan ajanlık... “Biz nasıl iş güç sahibi olduk” diyor Mahsuni, “Bazen hayret ediyorum düşününce”.
“Bilmiyorlar” diyorum, “Anlatsanıza, Kürt bir çocuk nasıl büyür?” Öfkeleniyor Ahmet:
“Ben onca şey yaşamışım. Anam babam kardeşlerim... Bir de bunları anlatmak zorundayım, öyle mi? Bundan büyük aşağılanma var mı? Bir de ispatlamak zorundasın çektiğin acıyı.”
BÜTÜN KÖYE DAYAK
Söz yumuşuyor, “sıkışmayı” anlatıyorlar. PKK tarafından öldürülen, çok sevdikleri öğretmenlerini, sonra aynı öğretmenin ölümü yüzünden askerden, “konuşturulmak” için yedikleri dayağı. Ne zaman düşse sesleri, biri muhakkak gülünecek(!) bir şey söylemek zorunda hissediyor kendini:
“Köpeklere taktılar bir ara. ‘Aldığımız istihbarata göre, gerilla gelince köpek havlamıyor, asker gelince havlıyor’. Haydi bakalım bütün köy dayağa!”
‘SIRITAN ÖKÜZE DÖNDÜK’
Başka bir gülünç(!) hikâye: “Otobüsle köye gidiyorum. Asker durdurdu. Yanımdaki yaşlı adam hemen çıkardı kimliğini. Ben de kızdım amcaya, daha sormadan kimlik çıkardı diye. ‘Yiğenim’ dedi, ‘Sen yaşlı öküzün hikâyesini bilir misin? Yaşlı öküzü pazara çıkarmışlar. Her gelen dişine bakıyor. Sonunda öküz kimi görse sırıtmaya başlamış. Bizi de öyle ettiler!’ Ne anlatalım şimdi biz sana! Böyle sessiz bir kuşakla silahların Arasında...”
Yaşayabilmek için unuttukları hikâyeler birbirini çağırıyor gülüşme arasında: “Feyzo’yu hatırlıyor musunuz? Hani bütün köyü dövüyorlardı yine. Sıra Feyzo’ya geldi. Asker soruyor. ‘Feyzi sen misin?’ Feyzo bağırıyor: ‘Allah etmesin komutanım!’” Kahkahalar arasında buz gibi bir cümle: “Yani sonunda insan ‘Benim’ demeye korkar, anladın mı? Neyse...”
Apo neden sevilir?
BATI’daki birinin Kürtlerle ilgili anlamakta en çok zorlanacağı şey Abdullah Öcalan’a duyulan eşsiz sadakattir. Üstelik kan hikâyeleri üzerine gülebilen bu insanlar sıra ona gelince bir tek fıkra uydurmamışlardır. Bir bakıma kutsaldır. Neden? Örgütü çok eleştirmiş biri olarak Nebahat anlatıyor: “Dilan diye Sasonlu bir kız vardı. Bir toplantıda, örgüt de, Öcalan da eleştiriliyor. Kalktı ayağa, bağırdı: ‘Öcalan’a laf ettirmem. Bizi o gelene kadar adam yerine koymadılar.’ Onun sayesinde adam yerine konduklarına inanmışlar.” Dağınık bir biçimde boyun eğerken birleşip direnmenin simgesi olarak kabul edildiği için ve bir daha dağılmak yok olmak anlamına geleceği için... Avukatlara soruyorum, ‘önderlikle’ ilgili ne düşündüklerini: “Onu hepimize ayrı ayrı soracaksın, ayrı bir yerde.” Birbirlerinden sıkılıyorlar sıra Apo hakkında konuşmaya gelince. Kolay değil. Saygı? Korku? Gülümsüyorlar. “Neyse” diyorlar, “Orayı geçelim.” Kürt siyasetinin en saygın isimlerinden birine soruyorum aynı soruyu. Şöyle açıklıyor: “Apo olmazsa bir değil on PKK olur. Kürt halkı birbirini ve Türkiye’yi kurşunlamaya başlar. Bizim hiçbir surette bölünmememiz için onun olması gerek.”
‘Kürt olduğumuzu döverek öğrettiler’
“KÜRTLERDE şoförün protokoldür, sen öne oturacaksın.”
Mahmut Ortakaya, Diyarbakır’da beni öne bindirmek için kapıyı açtığında gülerek anlatıyordu:
“Buralarda insan taşımacılığı kamyonla başladığı için, arkada da denkler ve hayvanlar olduğundan, Kürtlerde şoförün yanı hâlâ protokoldür. Geç bakalım.”
Doktor Ortakaya’nın, Türkiye İşçi Partisi kuruculuğundan Helsinki Yurttaşlar Derneği üyeliğine varan bir siyasi geçmişi var. Bu toprakta ne olmuşsa onda da olmuş. Tarihin üzerine yükselip olup bitenlere evrensel değerlerin serinkanlılığıyla bakan bir tabip, bir Kürt bilgesi demeli ona. Yeşilyurt köylülerine dışkı yedirilirken “Siz bu insanlara dışkı yedirirseniz biz onlara tuvaletten sonra el yıkamayı nasıl öğreteceğiz!” diyecek kadar dertle kıvamlanmış bir ‘teessüf dili’ var. Kürtler hakkında bilinmeyenlerin protokol incelikleriyle sınırlı olmadığını o da biliyor: “Türklerin bilmediği en önemli şey, Kürtlerin Türkleştirme serüveninde çektikleridir.”
Yeniden gülüyor: “Hıyarın bile GDO’suzunu istiyor. E o zaman Kürt’ün niye genetiğiyle oynuyorsun?” Bu gülüşme arasında epey zor oluyor ama gerilere, onun hikâyesine gidiyoruz nihayet: “İstiklal Marşı okunurken arkadaşım beni gıdıkladı. Hayvan bağırsağından kamçıları vardı. Bir ton dayak! Bak ben sana bir şey diyeyim: Ben o zaman Kürt olduğumu bilmiyordum. Kürt olduğumuzu onlar biliyordu. Şimdi anlıyorumonların bildiğini. Bize de döve döve öğrettiler.”
‘KÜRDÜM, DOĞRUYUM, ÇALIŞKANIM’
“Çocukları ırkçı yapmaya hakkımız yok” diyor Mahmut Hoca, “‘Kürdüm, doğruyum, çalışkanım’ kalıbına da dökemezsiniz çocukları.”
Ve kendi çocukluğunun nasıl bir kalıba döküldüğünü anlatıyor: “60 ihtilalinden sonra liste verdiler. ‘Bu köyde bu kadar silah var, bu silahlar gelmezse...’ Gelmeyince köyün erkeklerini soydular bir yere kapattılar. Sonra kadınları getirdiler. Birden erkekleri dışarı salınca... Böyle çok tiyatro oynatmışlar bize. Seyit Rıza’nın DersimKatliamı’nda söylediği gibi, ‘Ayıptır, günahtır, zulümdür.’ Ama sen yine de şöyle yaz... Neyse...” Nedir işte o ‘neyse’nin sonrası? “Yaz işte. Kürtlerin en yakın dostu Türklerdir. Ama bu dostluğun onurlu olması gerekir.”
Kederli bir es:
“Vicdan, insaf... Bunlar insanın hasletleridir. Okumuş olmaya gerek yok. Anlar yani, yaşanılanları bilse... İnsan, anlar.”
GÖKDELENİN TEPESİNDE ‘NEYSE’
İstanbul’un gökdelenlerinin en tepesinde bir Kürt, tuzu kuru. Bir elinde purosu, bir elinde verdiğimaaşların bordrosu. Ne derdi olabilir? “Susarsın” diyor, “En tepelerde adamlarla büyük paralar konuşurken birden televizyonda bir haber çıkar. Adamlardan biri Kürtlere bir küfür sallar ve sen susarsın. Tatsızlık çıkmasın diye. Ya da... Neyse...” “İnsan benim demeye korkar” yani. 7 yaşında cılız bir çocukken bir köyde ve 70 yaşındayken kalantor olsan bile bir gökdelenin tepesinde.
‘Her şey PKK ile başladı sanıyorlar, halbuki...’
“NE tuhaf” diyor Nebahat, Hasanpaşa Konağı’nda, “Hepimiz bu dili dayak yiye yiye öğrendik. Şimdi bu dilde edebiyat, siyaset yapıyoruz. Kim bilir, belki de yaralarımızı hiç anlayamayacağız.”
Nebahat Akkoç, Time Dergisi’nin yüzyılın 100 kahramanı arasında saydığı isimlerden. KAMER’in (Kadın Merkezi) kurucusu. Öğretmen eşi 80’lerde Diyarbakır Cezaevi’ne girdi, 1993’te de faili meçhul cinayete kurban gitti. İki çocuğunu yalnız büyüttü, onlarca kez gözaltına alındı, işkence gördü. Yani Kürt coğrafyasında PKK’ya da devlete de aynı mesafede duran bir insanın “normal” hayatını yaşadı.
“Türklerin bilmemesine en çok kırıldığın şey nedir?” diyorum. “PKK öncesi. Her şey PKK ile başladı sanıyorlar” diyor. “Halbuki...”
KÜRT ÇOCUK ONLARCA TOPLU DAYAK GÖRÜR
Silvan. Nebahat küçük, askerler arama yapıyor. Kısa saçlı kız kardeşini erkek sanıp evin altını üstüne getiriyorlar. Gittiklerinde Nebahat da peşlerinden diğer çocuklarla birlikte. Köy meydanını görmek için bir yere saklanıyorlar. Bütün köyün erkeklerini toplamışlar yerde süründürüyorlar, sonra dövüyorlar. “Bunu Kürt bir çocuk büyüyene kadar en az onlarca kez görür” diyor Nebahat, “Babasının dövüldüğünü, annesine küfredildiğini. Bu, PKK meselesi değil. O öfke orada zaten.” O da aynı şeyi söylüyor: “Çocuklarıma hayret ediyorum. Nasıl büyüdüler, nasıl iş güç sahibi oldular.”
Neden?
90’lar. Çocuklar üniversiteye hazırlanıyor. Nebahat bulabildiği en kalın siyah kumaştan perde alıyor. Polisler evde yok sanıp gitsinler. Çünkü eşinin ölümü için mahkemeye başvurmuş, durmadan gözaltına alınıyor ve her alınışında...
“Her seferinde işkence. Eve her dönüşümde çocuklar halimi görmesin diye... Neyse...”
Bu yazıya ilk yorum yapan siz olun!
ece abla, büyük insansın. kalemine hayranım.. keşke tüm gazeteciler senin gibi olsa. eminim ki çok güzel bir türkiye hayal ediyorsun. hayallerinin gerçekleşmesi dileğiyle... seni seviyoruz...
Misafir 01 Nisan 2010 Perşembe 05:15
00:39 bana milliyetçiliğin olmadığı bir tane ülke gösterebilir misin,yo hayır gösteremezsin.çünkü öyle bir ülke yok.ümmetçi/neo-osmanlıcı politikalar işe yarasaydı neredeyse 600 yıllık osmanlı imparatorluğu fransa'daki ihtilalle birlikte ortaya çıkan ulusçuluk fikrinden sonra bir dağılma-parçalanma sürecine girmez ve osmanlı geniş sınırları ve büyük topraklarıyla hala siyasi varlığına devam eder olurdu.ortadoğulu araplar birinci dünya savaşında ingilizler ile bir olup bağımsız olmak için bize karşı savaşmazdı.osmancılık fikri gibi sizin türkiyelilik ideolojinizde artık tutmayacak.
Misafir 01 Nisan 2010 Perşembe 03:42
onuru kırılan insanlar, kaybedecek başka şeyi olmayan insanlar gibidirler... lütfen kırmayın..
Ece Temelkuran
Kıyıdan
Haberturk Gazetesi
31 Mart 2010 Çarşamba
ZULÜM, isyan ettirmez. İnsanın kendinden büyüktür sabrı. Ama zulüm, insanı insanlıktan çıkarır. İnsan sefaletini görür, utanç biriktirir. İnsan zulme değil bu utanca katlanamaz. Utançtan kaçmak için bütün yollar tükendiğinde isyan başlar, ondan önce değil. Kalabalıklar, liderlere değil bu utancın dayanılmazlığına iman eder. İşçiler de, yoksullar da, halklar da, işgale uğramış ülkelerin ulusları da ayaklanarak bu utancı savmak isterler.
Mazlum ayağa kalktığında ilk öğreneceği ders, zalim kadar sert olma mecburiyetidir. O sertliğe anlam katmak için kendi şiirini ve destanını da yazacaktır. İnsanı, söz harekete geçirir. Destanlar, kahramanlar, mitler, kültler zamanla birikir. Direniş, bir hayat alanına dönüşür. Artık dışarıda kalanlar, halkın değil, utancın parçasıdır. Çark, çalışır. Otorite, direnişçiyi şeytanlaştırdıkça dönüşüm hızlanır. Artık Diyarbakır’daki bir çocuğun ‘gerilla’ olmayı istemekten başka çok az seçeneği kalmıştır...
Olup biteni anlatmak için çok geçtir. Ayağa kalkmanın nedeni olan o eski, ilk hikâyeyi anlatmak için her zaman çok geçtir. Bir Kürt’ün hikâyesi sustuğu yerde başlar. Acı hikâyesini anlatırken bir yerde durup “Neyse...” der. Sonrasını kaldıramayacağınızı düşünür. Ortadoğulu bir gelenektir, en korkunç şeyleri anlatırken gülmeye çalışacak, sizi güldürmek isteyeceklerdir. İnsan ‘dağılırsa’ bir daha toparlanamayacağı için, Diyarbakır’da nice kan hikâyesi şakalar arasında anlatılır. Birbirlerine anlatmazlar bunları, nasılsa herkes aynı yerden geçmiştir. Ötelerden gelen kimse de öncesini sormayınca... Anlatılmaz yani aslında hikâye. Neyse...
Bu, hikâyenin “Neyse”den sonraki kısmıdır. Apo’nun bir saç teli için 12 yaşında çocuklar niye 20 yıl hapis yatar, delikanlılar niye bir gün ortadan kaybolup dağa gider, bu insanlar Newroz’da neden dökülürler meydanlara, o lastikler şehrinizin kenar mahallelerinde niye yakılır, gökdelen sahibi olacak kadar ‘asimile olmuş’ bir Kürt işadamının bile niye sesi titrer mesele çocukluğuna gelince ve Kürtçe yemin etmek için Meclis kürsüsünde niye bir ömür hapis yatılır? Anlatılanlar, yaranın öfkeye dönüşüp silahlanmadan önceki halidir. Tam kalbidir.
Kürt meselesini bildiğimizi sanıyoruz, oysa hiçbirimiz bilmiyoruz bir Kürt nasıl büyür. Çocukluk yaraları ya büsbütün susmaya ya da bağırmaya nasıl dönüşür. Kürt olmayan biri yaşananları anlayabilir mi? Bu, o uzun cevaba bir giriştir
ALTI genç avukat, gülüyorlar. Konu, ilkokul hatıraları. “Tuvalet” denemediği için ilkokulda üç yıl yenen “taze badem dalından” sopa, “her bir Kürtçe sözcük için birleşmiş parmak uçlarına bir cetvel” uygulaması, çocuklara evlerde Kürtçe konuşulmaması için yaptırılan ajanlık... “Biz nasıl iş güç sahibi olduk” diyor Mahsuni, “Bazen hayret ediyorum düşününce”.
“Bilmiyorlar” diyorum, “Anlatsanıza, Kürt bir çocuk nasıl büyür?” Öfkeleniyor Ahmet:
“Ben onca şey yaşamışım. Anam babam kardeşlerim... Bir de bunları anlatmak zorundayım, öyle mi? Bundan büyük aşağılanma var mı? Bir de ispatlamak zorundasın çektiğin acıyı.”
BÜTÜN KÖYE DAYAK
Söz yumuşuyor, “sıkışmayı” anlatıyorlar. PKK tarafından öldürülen, çok sevdikleri öğretmenlerini, sonra aynı öğretmenin ölümü yüzünden askerden, “konuşturulmak” için yedikleri dayağı. Ne zaman düşse sesleri, biri muhakkak gülünecek(!) bir şey söylemek zorunda hissediyor kendini:
“Köpeklere taktılar bir ara. ‘Aldığımız istihbarata göre, gerilla gelince köpek havlamıyor, asker gelince havlıyor’. Haydi bakalım bütün köy dayağa!”
‘SIRITAN ÖKÜZE DÖNDÜK’
Başka bir gülünç(!) hikâye: “Otobüsle köye gidiyorum. Asker durdurdu. Yanımdaki yaşlı adam hemen çıkardı kimliğini. Ben de kızdım amcaya, daha sormadan kimlik çıkardı diye. ‘Yiğenim’ dedi, ‘Sen yaşlı öküzün hikâyesini bilir misin? Yaşlı öküzü pazara çıkarmışlar. Her gelen dişine bakıyor. Sonunda öküz kimi görse sırıtmaya başlamış. Bizi de öyle ettiler!’ Ne anlatalım şimdi biz sana! Böyle sessiz bir kuşakla silahların Arasında...”
Yaşayabilmek için unuttukları hikâyeler birbirini çağırıyor gülüşme arasında: “Feyzo’yu hatırlıyor musunuz? Hani bütün köyü dövüyorlardı yine. Sıra Feyzo’ya geldi. Asker soruyor. ‘Feyzi sen misin?’ Feyzo bağırıyor: ‘Allah etmesin komutanım!’” Kahkahalar arasında buz gibi bir cümle: “Yani sonunda insan ‘Benim’ demeye korkar, anladın mı? Neyse...”
Apo neden sevilir?
BATI’daki birinin Kürtlerle ilgili anlamakta en çok zorlanacağı şey Abdullah Öcalan’a duyulan eşsiz sadakattir. Üstelik kan hikâyeleri üzerine gülebilen bu insanlar sıra ona gelince bir tek fıkra uydurmamışlardır. Bir bakıma kutsaldır. Neden? Örgütü çok eleştirmiş biri olarak Nebahat anlatıyor: “Dilan diye Sasonlu bir kız vardı. Bir toplantıda, örgüt de, Öcalan da eleştiriliyor. Kalktı ayağa, bağırdı: ‘Öcalan’a laf ettirmem. Bizi o gelene kadar adam yerine koymadılar.’ Onun sayesinde adam yerine konduklarına inanmışlar.” Dağınık bir biçimde boyun eğerken birleşip direnmenin simgesi olarak kabul edildiği için ve bir daha dağılmak yok olmak anlamına geleceği için... Avukatlara soruyorum, ‘önderlikle’ ilgili ne düşündüklerini: “Onu hepimize ayrı ayrı soracaksın, ayrı bir yerde.” Birbirlerinden sıkılıyorlar sıra Apo hakkında konuşmaya gelince. Kolay değil. Saygı? Korku? Gülümsüyorlar. “Neyse” diyorlar, “Orayı geçelim.” Kürt siyasetinin en saygın isimlerinden birine soruyorum aynı soruyu. Şöyle açıklıyor: “Apo olmazsa bir değil on PKK olur. Kürt halkı birbirini ve Türkiye’yi kurşunlamaya başlar. Bizim hiçbir surette bölünmememiz için onun olması gerek.”
‘Kürt olduğumuzu döverek öğrettiler’
“KÜRTLERDE şoförün protokoldür, sen öne oturacaksın.”
Mahmut Ortakaya, Diyarbakır’da beni öne bindirmek için kapıyı açtığında gülerek anlatıyordu:
“Buralarda insan taşımacılığı kamyonla başladığı için, arkada da denkler ve hayvanlar olduğundan, Kürtlerde şoförün yanı hâlâ protokoldür. Geç bakalım.”
Doktor Ortakaya’nın, Türkiye İşçi Partisi kuruculuğundan Helsinki Yurttaşlar Derneği üyeliğine varan bir siyasi geçmişi var. Bu toprakta ne olmuşsa onda da olmuş. Tarihin üzerine yükselip olup bitenlere evrensel değerlerin serinkanlılığıyla bakan bir tabip, bir Kürt bilgesi demeli ona. Yeşilyurt köylülerine dışkı yedirilirken “Siz bu insanlara dışkı yedirirseniz biz onlara tuvaletten sonra el yıkamayı nasıl öğreteceğiz!” diyecek kadar dertle kıvamlanmış bir ‘teessüf dili’ var. Kürtler hakkında bilinmeyenlerin protokol incelikleriyle sınırlı olmadığını o da biliyor: “Türklerin bilmediği en önemli şey, Kürtlerin Türkleştirme serüveninde çektikleridir.”
Yeniden gülüyor: “Hıyarın bile GDO’suzunu istiyor. E o zaman Kürt’ün niye genetiğiyle oynuyorsun?” Bu gülüşme arasında epey zor oluyor ama gerilere, onun hikâyesine gidiyoruz nihayet: “İstiklal Marşı okunurken arkadaşım beni gıdıkladı. Hayvan bağırsağından kamçıları vardı. Bir ton dayak! Bak ben sana bir şey diyeyim: Ben o zaman Kürt olduğumu bilmiyordum. Kürt olduğumuzu onlar biliyordu. Şimdi anlıyorumonların bildiğini. Bize de döve döve öğrettiler.”
‘KÜRDÜM, DOĞRUYUM, ÇALIŞKANIM’
“Çocukları ırkçı yapmaya hakkımız yok” diyor Mahmut Hoca, “‘Kürdüm, doğruyum, çalışkanım’ kalıbına da dökemezsiniz çocukları.”
Ve kendi çocukluğunun nasıl bir kalıba döküldüğünü anlatıyor: “60 ihtilalinden sonra liste verdiler. ‘Bu köyde bu kadar silah var, bu silahlar gelmezse...’ Gelmeyince köyün erkeklerini soydular bir yere kapattılar. Sonra kadınları getirdiler. Birden erkekleri dışarı salınca... Böyle çok tiyatro oynatmışlar bize. Seyit Rıza’nın DersimKatliamı’nda söylediği gibi, ‘Ayıptır, günahtır, zulümdür.’ Ama sen yine de şöyle yaz... Neyse...” Nedir işte o ‘neyse’nin sonrası? “Yaz işte. Kürtlerin en yakın dostu Türklerdir. Ama bu dostluğun onurlu olması gerekir.”
Kederli bir es:
“Vicdan, insaf... Bunlar insanın hasletleridir. Okumuş olmaya gerek yok. Anlar yani, yaşanılanları bilse... İnsan, anlar.”
GÖKDELENİN TEPESİNDE ‘NEYSE’
İstanbul’un gökdelenlerinin en tepesinde bir Kürt, tuzu kuru. Bir elinde purosu, bir elinde verdiğimaaşların bordrosu. Ne derdi olabilir? “Susarsın” diyor, “En tepelerde adamlarla büyük paralar konuşurken birden televizyonda bir haber çıkar. Adamlardan biri Kürtlere bir küfür sallar ve sen susarsın. Tatsızlık çıkmasın diye. Ya da... Neyse...” “İnsan benim demeye korkar” yani. 7 yaşında cılız bir çocukken bir köyde ve 70 yaşındayken kalantor olsan bile bir gökdelenin tepesinde.
‘Her şey PKK ile başladı sanıyorlar, halbuki...’
“NE tuhaf” diyor Nebahat, Hasanpaşa Konağı’nda, “Hepimiz bu dili dayak yiye yiye öğrendik. Şimdi bu dilde edebiyat, siyaset yapıyoruz. Kim bilir, belki de yaralarımızı hiç anlayamayacağız.”
Nebahat Akkoç, Time Dergisi’nin yüzyılın 100 kahramanı arasında saydığı isimlerden. KAMER’in (Kadın Merkezi) kurucusu. Öğretmen eşi 80’lerde Diyarbakır Cezaevi’ne girdi, 1993’te de faili meçhul cinayete kurban gitti. İki çocuğunu yalnız büyüttü, onlarca kez gözaltına alındı, işkence gördü. Yani Kürt coğrafyasında PKK’ya da devlete de aynı mesafede duran bir insanın “normal” hayatını yaşadı.
“Türklerin bilmemesine en çok kırıldığın şey nedir?” diyorum. “PKK öncesi. Her şey PKK ile başladı sanıyorlar” diyor. “Halbuki...”
KÜRT ÇOCUK ONLARCA TOPLU DAYAK GÖRÜR
Silvan. Nebahat küçük, askerler arama yapıyor. Kısa saçlı kız kardeşini erkek sanıp evin altını üstüne getiriyorlar. Gittiklerinde Nebahat da peşlerinden diğer çocuklarla birlikte. Köy meydanını görmek için bir yere saklanıyorlar. Bütün köyün erkeklerini toplamışlar yerde süründürüyorlar, sonra dövüyorlar. “Bunu Kürt bir çocuk büyüyene kadar en az onlarca kez görür” diyor Nebahat, “Babasının dövüldüğünü, annesine küfredildiğini. Bu, PKK meselesi değil. O öfke orada zaten.” O da aynı şeyi söylüyor: “Çocuklarıma hayret ediyorum. Nasıl büyüdüler, nasıl iş güç sahibi oldular.”
Neden?
90’lar. Çocuklar üniversiteye hazırlanıyor. Nebahat bulabildiği en kalın siyah kumaştan perde alıyor. Polisler evde yok sanıp gitsinler. Çünkü eşinin ölümü için mahkemeye başvurmuş, durmadan gözaltına alınıyor ve her alınışında...
“Her seferinde işkence. Eve her dönüşümde çocuklar halimi görmesin diye... Neyse...”
Bu yazıya ilk yorum yapan siz olun!
ece abla, büyük insansın. kalemine hayranım.. keşke tüm gazeteciler senin gibi olsa. eminim ki çok güzel bir türkiye hayal ediyorsun. hayallerinin gerçekleşmesi dileğiyle... seni seviyoruz...
Misafir 01 Nisan 2010 Perşembe 05:15
00:39 bana milliyetçiliğin olmadığı bir tane ülke gösterebilir misin,yo hayır gösteremezsin.çünkü öyle bir ülke yok.ümmetçi/neo-osmanlıcı politikalar işe yarasaydı neredeyse 600 yıllık osmanlı imparatorluğu fransa'daki ihtilalle birlikte ortaya çıkan ulusçuluk fikrinden sonra bir dağılma-parçalanma sürecine girmez ve osmanlı geniş sınırları ve büyük topraklarıyla hala siyasi varlığına devam eder olurdu.ortadoğulu araplar birinci dünya savaşında ingilizler ile bir olup bağımsız olmak için bize karşı savaşmazdı.osmancılık fikri gibi sizin türkiyelilik ideolojinizde artık tutmayacak.
Misafir 01 Nisan 2010 Perşembe 03:42
onuru kırılan insanlar, kaybedecek başka şeyi olmayan insanlar gibidirler... lütfen kırmayın..
Ece Temelkuran
Kıyıdan
Haberturk Gazetesi
31 Mart 2010 Çarşamba
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)